Ana vatanın omurgası Mavi Vatan Ana vatanın omurgası Mavi Vatan

Ana vatanın omurgası Mavi Vatan

Ana vatanın omurgası Mavi Vatan

12/07/2021 11:17

Teknopark İstanbul tarafından 3 ayda bir yayımlanan "Target" dergisinin 11. sayısında Mavi Vatan konusu tarihsel açıdan ele alınıyor
BU HABERİ
PAYLAŞ

Teknopark İstanbul tarafından 3 ayda bir yayımlanan "Target" dergisinin 11. sayısında, Mavi Vatan’ı tarihsel açıdan ele alan bir makaleye yer veriliyor.

Target dergisinin 11. sayısına, mobil uygulamamızın dergi bölümünden ücretsiz olarak ulaşabilirsiniz.

Dergide yer alan “Ana Vatanın Omurgası Mavi Vatan” başlıklı yazıyı, takipçilerimize sunuyoruz:

ANA VATANIN OMURGASI MAVİ VATAN

Haziran 1914’te Avusturya Macaristan veliahdının Saray Bosna’da öldürülmesinden bir ay sonra dünya, tarihin en büyük ve hafızalarda her zaman diri kalacak savaşlarından birine uyandı; Birinci Dünya Savaşı’na.

Almanya’nın 1 Ağustos’ta Sırpları destekleyen Ruslara, 3 Ağustos’ta ise tarafsızlığını korumayan Fransızlara savaş açması ile dünya tarihi için kritik saatler yaşandı. Alman savaş gemileri Cezayir’deki Fransız limanlarını bombalamak ve Afrika üzerinden Avrupa’ya asker taşınmasını engellemek amacıyla Akdeniz’e indi ve bu gemilerden ikisi savaşın kaderine etki etti: Göben ve Breslau kruvazörleri. Bu iki zırhlı, savaşa dahil olma sürecindeki Osmanlı’ya en büyük katkıyı sundu. İki geminin İngiliz ve Fransız donanmalarının takibinde Çanakkale Boğazı’nın önlerine kadar gelmesi ile savaş bambaşka bir yöne evrildi. 3 Ağustos’taki Almanya-Osmanlı ittifakının hemen ardından gelişen bu olay karşısında, hâlâ tarafsız olan Osmanlı, uluslararası baskıları dindirmek adına İngiltere’ye sipariş edilip paraları peşin olarak ödenmesine rağmen teslim edilmeyen Sultan Osman-ı Evvel ve Reşadiye zırhlılarının yerine Alman savaş gemilerini 80 milyon Mark karşılığında satın aldığını duyurdu. Osmanlı, gemilerin adını Yavuz Sultan Selim ve Midilli olarak değiştirdi ve göndere Türk bayrağı çekti. Bu iki geminin Türk sularına girmesi ile Osmanlı savaşa dahil oldu ve savaş iki yıl daha uzadı. Yavuz ve Midilli, Karadeniz’de Rus donanmasının faaliyetlerini önemli ölçüde kısıtlayıp Rusları İstanbul Boğazı’ndan uzak tutmayı başardı. Rus limanlarına yaptıkları baskınlarla ve Rus kıyılarına döşedikleri mayınlarla Rusların Ege’de müttefkleri ile birleşmesini engellediler.

Yenilmez Armada olarak nitelendirilen Rusların Çanakkale’ye geçememesi, Türk tarihine bir destan olarak geçti ve “Çanakkale deniz zaferi”ne giden yolun önünü açtı. Eldeki mevcut son derece sınırlı imkan ve kabiliyetlerle itilaf devletlerine karşı en uygun stratejiyi üretmeye çalışan Türk ordusu, 18 Mart 1915’te tarihin dönüm noktalarından birine imza attı. Almanya’da kızağa çekilen ve 1913 yılında Osmanlı donanmasına katılan Nusret mayın gemisi, bu dönümün başrolündeydi. 8 Mart 1915 sabahı, Nusret mayın gemisinin büyük bir gizlilikle Karanlık Liman’a döşediği 26 mayın, İngiliz ve Fransız donanmasına büyük hasar verdi. Çanakkale Boğazı’nı denizden geçemeyen itilaf devletleri 25 Nisan’dan 20 Ocak 1916’ya kadar sürecek bir kara harekatına girişti.

Dört yıl süren savaş boyunca zaten çok zayıf ve sınırlı olan Osmanlı donanması büyük kayıplar verdi ve savaştan son derece yıpranmış olarak çıktı. Elde kalan gemilerin kontrolü de savaş sonrası imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması ile Haliç’e çekilerek, müttefik ülkelerin oluşturduğu bir komisyona bırakıldı. Osmanlı ile itilaflar arasında imzalanan Sevr Anlaşması
gereği de Yavuz gemisinin savaş tazminatı olarak İngilizlere bırakılması gerektiği belirtildi. Ancak Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nın başlayıp Türklerin zaferi ile sonuçlanması ile Sevr Anlaşması uygulamaya konulamadı ve
1923 tarihli Lozan’da yeni Cumhuriyet, Yavuz da dahil olmak üzere imparatorluk donanmasının büyük bir kısmını elde tutmayı başardı.

ULKE SAVUNMASI MAVİ VATANDAN BAŞLAR

Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıktıktan sonra Osmanlı’dan miras aldığı 70-80 parçalık donanmayı hemen onarıma alarak, yeniden hizmete sokmaya çalıştı. Çünkü savaştan sonra iki büyük gerçek ortada duruyordu; ilki denizde başarıyı getiren yabancı gemiler olmuştu; ikincisi ise Osmanlı, ilk önce denizlerde yenilmişti ve ondan sonra dağılma sürecine girmişti.

Çanakkale Savaşı esnasında Türk gemileri su üstünde büyük bir başarı göstermiş olsa da denizaltında başarısızlığa uğramıştı. Türk donanmasının zayıflığı ve kendisine ait milli ürünlerin yokluğu, tüm başarılara rağmen kendini hissettirdi. İtilaf devletleri, Marmara Denizi’nden Çanakkale cephesini desteklemek amacıyla denizaltı harekatı planladı ve çok sayıda denizaltı gizlice Marmara’ya nakledildi.

Tüm bu gerçeklerle beraber yeni devlet, “üç tarafı denizlerle çevrili” ülkenin bekasının mavi sulardan geçtiğini Çanakkale’de yakaladığı imkansız başarıdan sonra daha iyi anladı. Ülke savunması mavi vatandan başlar anlayışı, daha da şekillendi. Türkiye sadece platformlar üretmekle kalmayıp, deniz unsurlarına yerli ve milli imkanlarla üretilen gelişmiş sistemlerin de monte edilmesi gerektiğini artık biliyordu.

1924 senesinde Mustafa Kemal Atatürk, yaptığı Karadeniz gezisinde, Hamidiye kruvazöründe bu yerlileşme ve millileşme çalışmalarının önemini şu şekilde aktarmıştı: “Dış pazarlardan satın alınan gemilerle donanma yapılamadığını siz de biliyorsunuz. Evvela çekirdek bir donanma tedarik etmekle yetinip, deniz sanayii ve ticaretimizi geliştirmeliyiz. Bundan sonra memleket sanayisinden fışkıracak donanmayı yapmak kolay olacaktır.”

Uzun vadeli jeolojik ve jeostratejik ülke çıkarları için denizde güçlü olmanın öneminin fark edilmesi ile birlikte savaş sonrasında çalışmalar hızla başladı. Donanmayı güçlendirme ihtiyacının bir yansıması olarak 1928 yılında Genel Kurmay Başkanlığı’na bağlı olan “Deniz Müsteşarlığı” kuruldu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, mevcut donanmayı kademe kademe güçlendirme yoluna gitti; yurt dışından deniz savunmasını sağlamlaştırmak adına yeni araçlar sipariş edildi. İtalya’da yapılan Adatepe, Kocatepe, Tınaztepe ve Zafer Muhripleri, Dumlupınar ve Sakarya denizaltıları ile Martı, Denizkuşu ve Doğan hücumbotları 1931 yılında Türk Deniz Kuvvetleri’ne katıldı. 1924 yılında Cumhuriyet’in ilk tersanesi olarak hayata geçen Gölcük Tersanesi, başta Yavuz zırhlısı olmak üzere askeri gemilerin bakımı için hizmet vermeye başladı ve 1933 senesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayı ile donanmanın ana üssü haline geldi. Türk donanması için merkez konumuna gelen tersanede Cumhuriyet’in ilk gemileri Gölcük Tankeri, Kocataş ve Sarıyer vapurları inşa edildi.

Gemi inşa ve onarımın yanı sıra subay ve eğitimli eleman yetiştirmek için de çalışmalar başlatıldı. 2 Kasım 1930 tarihinde Deniz Harp Akademisi’nde subay yetiştirmek amacıyla eğitim öğretim faaliyetlerine başlandı.

1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla, boğazlar üzerindeki hakimiyet pekiştirildi ve uluslararası arenaya kabul ettirildi. Ardından İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında Müstahkem Mevki Komutanlığı ve bu komutanlıklara bağlı Deniz Komutanlıkları kuruldu.

Yapılan bu hamleler ve bürokratik adımlarla Türk donanması, 1930’larda Akdeniz’deki en kuvvetli deniz güçlerinden biri haline geldi.

II. Dünya Savaşı’nın başladığı döneme kadar kendisini son derece geliştiren ve o döneme göre küçümsenmeyecek bir güce erişen Türk Deniz Kuvvetleri, savaşın başlangıcından sonraki 10 yıl boyunca statik bir durumda kaldı ve fazla bir ilerleme kaydedemedi. Savaşın sonrasında deniz kuvvetlerinin modernizasyonu ve gelişimi için çabalar devam etti ancak Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya üye olması ve üye ülkeler ile ilişkilerini artırmasıyla beraber daha bağımlı bir hale geldi. Özellikle ABD’den hibe yoluyla ve ucuza yeni araçlar temin edildi. Üyelikle beraber Türkiye; kuvvet yapısını, eğitim doktrinini, imkan ve kabiliyetlerini geliştirdi, NATO standartlarında kabiliyetlere kavuştu. Amerika’dan temin edilen su üstü gemisi ve denizaltı sayısında büyük bir artış kaydedildi. Ayrıca eğitim, personel ve lojistik konularında reform niteliğindeki projeler hayata geçirildi ve modern deniz gücüne erişim yönünde köklü adımlar atıldı. Ancak tüm bunlar bağımlı bir yapılanmaya giden yolu oluşturdu.

1960’lara gelindiğinde, Kıbrıs meselesi ülke gündeminin en yoğunluklu başlığı haline geldi. Kıbrıs sorunu karşısında ülkenin karşılaştığı dış söylem ve tehditler, yerli bir deniz kuvvetlerinin önemini ortaya koydu ve yurt içinde yerli gemi çalışmalarına başlandı. Gölcük Tersanesi’nde milli savaş gemisi Berk’in yapımına koyuldu. Amfbi gemisi ve araçlarının inşasına öncelik
verildi. 1965 senesinde Türk Donanma Cemiyeti kuruldu ve böylece özellikle çıkarma gemilerinin yapımına yönelik “Kendi Gemini Kendin Yap” kampanyası başlatıldı. 1967’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kurulan NETAŞ, savunma iletişim ağının modernizasyonunda önemli bir rol oynadı. Ve 1960’larda başlatılan bu süreç, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nın başlamasında ve ilerleyişinde kilit rol oynadı. 1974 sonrası Amerika’nın ambargosuna maruz kalan Türkiye, bu süreçten sonra kendi ayakları üzerinde durması ve milli imkanlara sahip olmanın önemini daha güçlü idrak etti. Milli savunma sanayiinin geliştirilme kararının alındığı bu dönem, denizde, karada ve havada pek çok ürün ve başarının ortaya konmasını sağladı. 1972 yılında kurulan Türk Donanma Vakfı’nın (şu anki adıyla Türk Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) da kurulması ile denizcilik alanında kendi komuta kontrol sistemlerini, yazılımlarını yapan, denizaltı, fırkateyn, korvet, hücumbot üretebilen bir ülke ortaya çıktı.

1980’li yıllara gelindiğinde Türk Deniz Kuvvetleri, Cumhuriyet döneminin en ivme kazandığı yıllar oldu; pek çok modernizasyon projesi devreye alındı. Silah ve teçhizatta tek bir kaynağa bağlı kalmamak adına önemli adımlar atıldı, iş birlikleri yapıldı. 1980 yılında Gölcük Tersanesi'nde inşaatına başlanan bin tonluk “AY” sınıfı denizaltı, Türk denizaltıcılığının gelişim sürecinde sıçrama tahtalarından biri oldu. Yine Gölcük Tersanesi’nde 1988’de yapılan ilk modern fırkateyn TCG Fatih (F-242), Türkiye’nin uluslararası arenadaki prestijini artırmakla beraber ülkenin gemi inşa alanında yakaladığı başarıyı da ortaya koydu.

1990’lı yıllarla beraber harbe hazırlık seviyesi ve hareket kabiliyeti bakımından büyük bir gelişme gösteren Türk Deniz Kuvvetleri, kara ve hava kuvvetleri ile yapılan müşterek tatbikatlarla harekata yönelik ilerlemesini ortaya koydu. 1990’lı yılların en önemli gelişmelerden birini Aksa Deniz Üssü’nün Ege ve Akdeniz’in bir araya geldiği stratejik bir mevkide konumlanması oluşturdu. Türk Deniz Kuvvetleri bu sayede yabancı ülke gemilerini üs ve liman kolaylıkları bakımından desteklemek açısından da önemli bir yetenek geliştirdi.

2000’li yıllara gelindiğinde ise Türk Deniz Kuvvetleri dünya standartlarında gelişmelere öncülük edecek bir yapıya büründü. Donanma, artan Ar-Ge ve bilgi birikimi, geliştirdiği altyapısı, ekosisteme dahil olan yeni frmalar ve kalifye istihdam anlamında oluşturduğu başarı ile özgün tasarımlar içeren modellere, pek çok yerli projeye imza atmaya başladı. Yeni yüzyılda ekonomik olarak da yakalanan gelişmelerle savunma sanayiine aktarılan kaynağın da artması ile üretim miktarı artmaya başladı ve denizcilik hızlı bir gelişim evresine girdi.

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı tersanelerde milli imkan ve kabiliyetlerle savaş gemileri tasarlanmaya başladı. Deniz kuvvetlerinin, mavi vatanı savunmak için seneler içinde yakaladığı başarı ve gücün en başarılı örneklerinden biri olan MİLGEM projesi, 2000 yılında hayata geçirildi. 2000 senesinde ilk milli korvet tipi askeri geminin tasarlanması ve inşa edilmesi için alınan karar doğrultusunda 2004 yılında proje ofis kurularak tasarım faaliyetlerine başlandı. Projenin ilk gemisi TCG Heybeliada (F-511) 27 Eylül 2011, ikinci gemi TCG Büyükada (F-512) 27 Eylül 2013 tarihinde, üçüncü gemi TCG Burgazada (F-513) 4 Kasım 2018’de hizmete girdi. ADA sınıfı korvetlerin dördüncüsü olan TCG Kınalıada (F-514) ise ilk olarak 2017’nin temmuzunda suya indirilmiş olup, 29 Eylül 2019 tarihinde Türk Deniz Kuvvetleri envanterine dahil oldu. 2021’in ocak ayında ise MİLGEM projesinin ikinci fazının ilk gemisi olan milli fırkateyn “İstanbul” suya indi. İ sınıfı fırkateyn projesinin ilk gemisi olan İstanbul Fırkateyni (F-515), üzerinde taşıyacağı silah elektronik sistemlerinde, büyük oranda yerli üretim sistemlerin kullanılması nedeniyle büyük önem taşıyor. En az yüzde 75 yerlilik oranına sahip olan İstanbul Fırkateyni, denizaltı ve su üstü harbi, hava savunma, ileri karakol faaliyetlerinin icrası, keşif, gözetleme, hedef tespit, teşhis, tanıma ve erken ihbar özellikleriyle dikkat çekiyor. Türkiye’nin nihai hedefini ise projenin üçüncü fazında yedi muhrip gemi üretmek oluşturuyor.

Amfibi Gemi projesi kapsamında Tuzla’daki Anadolu Tersanesi’nde inşa edilen ilk gemi BAYRAKTAR, 3 Ekim 2015 tarihinde suya indirildi. Aynı sene içinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın ihtiyaçlarına yönelik olarak boğazlarda, üs, liman yaklaşma suları ve sahillere yakın bölgelerde keşif, gözetleme, karakol ve deniz savunma harbi görev fonksiyonlarını karşılamak ve üs, liman savunma görev fonksiyonuna da katkı sağlamak amacıyla üretilen 16 adet TUZLA sınıfı karakol botu da envantere dahil edildi.

Mevcut durumunu her geçen gün artıran donanma, 2023 yılına kadar İstif sınıfı fırkateyn, Reis sınıfı havadan bağımsız tahrikli denizaltılar, denizde ikmal ve destek gemisi DİMDEG gibi projeleri de hayata geçirecek. Ayrıca 2027 yılına kadar donanma envanterine TF 2000 hava savunma muhripleri ile Türk tipi hücum botlarının da katılması planlanıyor. Böylece Türk donanması ateş, manevra ve güç intikal yeteneğini önemli ölçüde artıracak.

Bugün Türkiye, kendi savaş gemilerini üretebilen sayılı ülkelerden biri haline geldi ve milli güvenliği sağlamak adına attığı her adımda başarı yakalıyor. Son yıllarda gerçekleştirdiği mavi vatan tatbikatları ile Akdeniz’deki sayılı deniz kuvvetleri arasında yer aldığını gösteren Türk Deniz Kuvvetleri, Cumhuriyet’in kuruluşu ile beraber yakaladığı başarılı gelişimi bugün bir şahlanışa dönüştürmüş durumda. Türk Deniz Kuvvetleri, yüzyıllar içinde oluşturduğu tarih bilinci ve hafızayı en bilinçli şekilde kullanarak, bugünkü modern, çağdaş ve güçlü yapısına kavuştu. Bugün ülke savunmasında hak ettiği yeri alan deniz kuvvetleri, şu an Cumhuriyet tarihinin en güçlü donanması olarak varlığını sürdürürken, bağımsızlığın en büyük güvencesi olduğunu da hatırlatıyor.